“Birleşmiş Milletler: Dev mi, cüce mi?”

Dr. Turhan KARAKAYA
Doğuş Üniversitesi Öğretim Üyesi

Birleşmiş Milletler dendiğinde çoğumuzun aklına uzun masalarda oturan kravatlı insanlar, tercüme kulaklıklarıyla uyuyan diplomatlar ve dünyayı kurtaracağı söylenen ama çoğu zaman kimsenin hatırlamadığı bildirgeler gelir. “Etkisiz eleman” diyen de çoktur, “dünya düzeninin hâkimi” diyen de. Peki, hangisi doğru?

Bir yandan bakıyorsunuz, Güvenlik Konseyi toplanıyor, saatlerce konuşuluyor, sonunda da “Tarafları itidale davet ediyoruz” diye bir cümle çıkıyor. Yani bizim apartman yönetimi toplantısından bile daha cılız kararlar… İnsan diyor ki: “Bu mudur yani koca Birleşmiş Milletler?

Ama işin öteki yüzüne dönünce tablo değişiyor. O “etkisiz” dediğimiz kurumun aldığı kararlar, hiç fark etmeden hayatımıza sızıyor. Örneğin iş güvenliği kuralları… Bugün fabrikada işçinin kask takması, teknisyenin sertifikasız çalışamaması, çoğu Birleşmiş Milletler’in uzantısı olan ILO sözleşmelerinden doğuyor. Veya çevre meselesi… UNEP’in ve UNDP’nin hazırladığı projeler yüzünden sanayici kullandığı gazı değiştiriyor, üretim hattını dönüştürüyor, milyarlık yatırım yapıyor. “Etkisiz” dediğimiz kurum, bir bakmışsınız fabrikanın bacasındaki filtreyi belirliyor.

İhracat kısmı daha da ilginç. Paris Anlaşması, Kigali Değişikliği, sürdürülebilir kalkınma hedefleri… Bunlar hep Birleşmiş Milletler’in ürünü ve bir gün siz Avrupa’ya mal satmak istediğinizde, gümrükte karşınıza çıkan karbon vergisi olarak dönüyor. Aslında demem o ki; New York’ta imzalanan bir kâğıt, bizim organize sanayi bölgesindeki fabrikanın maliyet tablosuna yazılıyor.

Bazen de işler tam tersi oluyor. Birleşmiş Milletler sahada görünmüyor ama etkisini hissediyorsunuz. Örneğin afet yardımlarında ya da insani krizlerde… Birleşmiş Milletler kamyonları gelmese bile, o kamyonların yönünü çizen koordinasyon sistemi onların eseridir. Eğitimden gıdaya, kadın haklarından göç yönetimine kadar uzanan geniş bir ağda sessizce çalışırlar. Kimi zaman o kadar sessiz ki, insanlar “Ne işe yarıyorlar ki?” derken, arka planda yüz binlerce hayat kurtaran standartlar, veri tabanları ve kılavuzlar üretilmiştir.

Birleşmiş Milletler’i anlamanın yolu, onu bir hükümet gibi değil, bir ekosistem gibi görmekten geçiyor. İçinde Dünya Sağlık Örgütü var, UNICEF var, UNESCO var… Yani bir yanda kültür mirasımızı koruyor, öte yanda salgınla mücadele ediyor, üçüncü bir köşede okullara su pompası götürüyor. Devletler bazen unutsa da bu küçük adımlar birikerek küresel bilinci şekillendiriyor.

Elbette sistemin kusurları da az değil. Güvenlik Konseyi’nin beş daimî üyesi, veto hakkını elinde tutarak “eşitlik” idealini fiilen bozuyor. Dünyadaki 8 milyar insanın kaderi, beş ülkenin çıkarları arasında sıkışıyor. Kimi zaman bu çelişki öyle görünür hale geliyor ki, küçük bir ülkenin sesi, büyüklerin gölgesinde tamamen kayboluyor. Oysa “Birleşmiş Milletler” isminin kendisi bile ironik biçimde hatırlatıyor: “Birleşmişiz ama gerçekten eşit miyiz?”

Yine de bir başka açıdan bakınca, Birleşmiş Milletler tam da bu çelişkileri görünür kıldığı için önemli. Çünkü dünya denen karmaşık yapının aynası gibi: kusurlarıyla, uzlaşmazlıklarıyla, kırılganlığıyla… Her ülke kendi çıkarını savunurken bile, aynı masada oturmanın bir değeri var. O masa olmasa belki kimse kimseyi dinlemeyecek. Belki de diplomasinin en büyük başarısı, bazen hiçbir şey yapmadan masayı devirmemek.

Birleşmiş Milletler’in gündelik hayattaki etkisini hissetmek için illa büyük politikaları düşünmeye gerek yok. Çocuğun okulundaki sıfır atık projesinden tutun da tıbbi cihazların güvenlik standartlarına kadar birçok şey o yapıdan süzülüp geliyor. Sanayici üretim hattını, mühendis tasarımını, öğretmen müfredatını ona göre ayarlıyor. Yani o “uzak” kurumun kararları, sabah işe giderken taktığımız emniyet kemerinden, markette aldığımız ürünün etiketine kadar uzanıyor.

Ve sonunda dönüp şu soruya geliyoruz: Birleşmiş Milletler gerçekten güçsüz mü, yoksa biz mi yanlış yerden bakıyoruz? Belki de Birleşmiş Milletler’in büyüklüğü, aldığı kararların gürültüsünde değil, sessiz sedasız hayatımıza sızmasında gizlidir. Koca teşkilatı bir “dev” değil de bir “gölge oyuncu” gibi düşünmek daha doğru olabilir. Bir gün konuşmalarına burun kıvırıyoruz, ertesi gün onların çizdiği standartlara uymak zorunda kalıyoruz.

Kahve molasında konuşulacak türden bir paradoks bu: Aynı anda hem çok güçlü hem de çok güçsüz. Hem dünya barışını sağlayamıyor hem de fabrikanın üretim hattındaki vidasını bile etkiliyor. Fakat belki de bu ikilik, insanlığın doğasının bir yansıması. Çünkü insanlık da tıpkı Birleşmiş Milletler gibi bir yandan devasa bir potansiyele sahip, diğer yandan kendi küçük hesaplarının esiri.

Albert Einstein’ın dediği gibi: “Dünya, kötülük yapanlardan değil; seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlardan tehlikeye girer.” Belki de Birleşmiş Milletler’in asıl önemi burada gizli. Biz seyirci kaldıkça, o masada alınan kararların bedelini kendi cebimizden ödüyoruz. Yani mesele, Birleşmiş Milletler’in ne kadar büyük olduğu değil; bizim o masadaki sandalyemizi ne kadar doldurduğumuzdur. Çünkü bazen dev gibi görünen yapılar, aslında insanlığın sessiz vicdanından ibarettir.

Önceki İçerikİmbat, ISK-SODEX İstanbul 2025’te
Sonraki İçerikİklimlendirme sektöründeki çalışmalarıyla, gerisinde unutulmayacak izler bırakan Metin Duruk’u vefatının 3. yıldönümünde sevgi ve minnetle anıyoruz.