Turbomak’tan, Türkiye ve armatür sektörünün makro ve mikro
ekonomik analizi
Turbomak Genel Müdürü Cihan Atıl Namlı, Türkiye ve armatür sektörünün makro ve mikro ekonomik analizinden detaylar vererek, sektörün durumunu okurlarımız için aktardı.
“2023 yılı, sadece sektörümüz açısından değil, tüm Türkiye ekonomisi açısından kayıp bir yıl olarak kendini göstermiştir. An itibariyle yıl tamamlanmamış olsa da, geride bırakılmış kayıp zamanın değil bu yıl, önümüzdeki 1-2 yılda dahi telafi edilemeyeceği herkesin kabul ettiği bir gerçektir.
Pandemiden ileri gelen ekonomik erozyonun bilimsel olmayan ekonomi politikaları ile düzeltilmeye çalışılması sürecinde küresel yarıştan kopan ülke ekonomimiz, 2023 yılı içerisinde yaşanan deprem felaketi ve seçim ekonomisi sonucunda iyice yıpranmıştır. Yıllardır rutine binmiş dış ticaret açığının son 3 yılda zirveye çıkması, ödemeler dengesi krizinin sürekli ertelenme isteğinden ötürü dış borç sarmalı oluşturmuştur. Yine de halkımız, neredeyse çeyrek asra damgasını vuran hükümet yönetimini takdir etmiş ve hem genel seçimler, hem de cumhurbaşkanlığı seçimi ile yeniden görev vermiştir. Seçimlerin ardından akılcı ekonomi politikalarına dönüş sinyalleri verilmesi, bu döngünün daha önce de yaşandığı bilinci ışığında, fayda beklentisinden ziyade, ne kadar süreliğine bu karamsar tabloyu iyimserlikle idare edeceği ve sonrasında ne olacağı endişesini doğurmaktadır. Önümüzde yerel seçimler vardır ve bu seçimlere doğru ilerlerken ekonomide yaşanan daralma ve parasal sıkılaşma, başta dar gelirliler olmak üzere, tüm yurttaşlar ve firmalar üzerinde baskı oluşturmaktadır. Faizlerin artması, borcu borçla çevirenler ve düşük öz sermayeli firmalar için tehlike çanlarının çalması demektir.”
“Oluşan ekonomi döngüsünün faydası; bizim sektörümüzün üreticileri, satıcıları ve uygulayıcıları ölçeğinde kalmıştır”
Özellikle 2018 yılından beri uygulanmakta olan ekonomi politikalarından ötürü ülke ekonomimiz ve dolayısıyla ülkemiz büyük zarar gördü. Bu süreç içerisinde bazı firmaların ucuz krediye ve ucuz dövize çok daha kolay erişmeleri ve gelecekte uygulanacak ekonomi yönetimi hamlelerini önceden haber almaları sonucu haksız rekabet koşulları iyice olgunlaştı ve girişim sahiplerinin adalet duygusu çok sarsıldı. İtiraf etmek gerekir ki sektörümüz pandemiden etkilenmedi, hatta bir miktar katkısı dahi oldu, zira imkanı olan vatandaşlarımız, kanuni temelden yoksun olsa dahi, uygulanmakta olan sokağa çıkma yasağından ve izolasyondan ötürü şehirlerdeki meskenlerini bir süreliğine terk edip, sayfiye bölgelerindeki meskenlerinde yaşamaya karar verdiler ve bu amaçla bu meskenlere ısıtma-soğutma yatırımı yaptılar. Ancak bu yatırımlarda kullanılan ürünlerin neredeyse tamamının ithal hammaddeler ile üretildiğini ve bu nedenle, yerli üretim olsalar bile dış ticaret açığına olumsuz yönde etki ettiğini unutmamak gerekir. Yani oluşan ekonomi döngüsünün faydası bizim sektörümüzün üreticileri, satıcıları ve uygulayıcıları ölçeğinde kalmıştır. Hatırlayalım ve unutmayalım: Bu dönemde, haksız yere aylarca kapalı tutulan lokanta, kafe ve benzeri perakende hizmet noktalarının en azından sahipleri ve işleticileri ekonomik anlamda acı çekmişlerdir. Oysa aynı dönem içerisinde oteller bünyesindeki ve otoyollar üzerindeki yeme içme tesisleri, hiçbir hizmet ve standart farklarının olmamasına karşın kapatılmamış, paket teslimat yapabilen işletmeler de işlerini bir nebze sürdürebilmişlerdir. Sadece paket teslimat ile çalışan e-ticaret işletmeleri ise şahlanmışlardır. Bu dönemdeki uygulamalar ile bozulan mikro ekonomik denge, konjonktürden kaynaklı fırsatlar sayesinde işleri çok artan firmalara geçici bir vergi yükü getirmek ve bu vergiden elde edilen gelir ile işleri durma noktasına gelen esnafa katkıda bulunmak yoluyla bir nebze düzeltilebilirdi.
“İhracat yapacak katma değerli ürünleri yeteri kadar üretmiyoruz”
2020-2021 yıllarında TCMB başkanlarının çok kısa süreler içerisinde görevden alınarak yerlerine yenilerinin atanması, her başkanın da farklı kararlar alması, hem yatırımcılar hem de halk arasında, temel görevi olan “fiyat istikrarının sağlanması” olan bu kurumun başarılı olamayacağı intibasını oluşturmuştur. Pandemi nedeniyle evlerine kapatılıp, bilgisayar ve internet başında geçirecek bolca vakte sahip olan pek çok orta gelir grubu insan, sınırlı birikimlerini korumak için -madem pek çok kişi yapıyor, ben de yaparım diyerek- kolay para kazanmak adına para piyasalarına heves etmişlerdir. Döviz kurundaki sürekli yukarı yönlü trendi fark edenler de bir süre sonra yatırımlarını dövize kaydırmaya başlamışlardır. 2021 yılının sonlarına doğru yaşanan dövize hücum sonucunda dolar kuru, iki ay içerisinde neredeyse ikiye katlanmıştır. Bu epeydir ülkemizde korkuyla beklenen bir durumdu, zira kötü ekonomi yönetimi sonucunda TCMB rezervleri tükenmeye yüz tutmuş, insanlar bunu fark etmişler ve tükenmeden döviz almak istemişlerdi, yaşanan hücum sonucunda da Türk Lirası çok yüksek bir hızla değersizleşmeye başlamıştı. Herkesin kendini kurtarmaya hakkı vardı. Ekonomi yönetimi, 17 Aralık 2021 tarihinde de “Kur Korumalı Mevduat” (KKM) adı altında, daha önce de denenmiş ve kötü sonuçlanmış bir sistemi yeniden hayata geçirmiştir. Anlık olarak çok etkili olmuş gibi gözüken bu sisteme rağmen 2 hafta içerisinde döviz kuru sistemin 1 hafta öncesindeki seviyesine, 5 ay içinde yeni rekoruna ulaşmıştır. Kurun bugün yaklaşık 28 TL/USD civarlarında olmasının temel sebebi, KKM’nin finanse edilebilmesi için merkez bankasının sürekli olarak para basması, bu paranın yaratmış olduğu enflasyon ve nihayet devalüasyondur. Ekonomimizin sürdürülebilirliği ithalata ve dolayısıyla bunun finanse edilebilmesi için döviz girişine bağlıdır, şöyle ki; bizim sektörümüz de dahil olmak üzere pek çok sektörde, ihracat yapmak için dahi ithalata ihtiyacımız vardır, ancak iç tüketimimizin de önemli bir bölümünün tedarik zincirinde ithalat önemli yer tutmaktadır.
Unutulmaması gerekir ki, sektörümüzde en sık kullandığımız hammaddelerin tümünün fiyatı dövize endekslidir. Ne yazık ki ülkemizde işçilik haricindeki pek çok hizmet ve ürünler için de durum aynıdır. Bu fiyatların manipüle edilmesi veya ekonomik nedenlerle sürekli değişkenlik göstermesi, sadece sektörümüzü değil tüm ekonomimizi sarsmaktadır. Hızlı döviz kuru hareketleri, sonrasını bilmek mümkün olmadığı için, kimi üreticilerin kendilerini korumak adına rastgele bir kurdan hammadde ve yarımamül yatırımı yapmalarına, kimilerinin de ellerindeki malı satmaktan imtina etmelerine neden olmuştur. Belirsizlik, sadece ekonomimizi değil insanların psikolojilerini de derinden etkilemiştir. Sonuç olarak, pek çok ürünün fiyatı, olması hayal dahi edilmeyen ve zaman zaman hakkaniyetsiz seviyelere çıkmıştır. Bu tam da yüksek enflasyonun kötü sonuçlarından biridir: Fiyat yapıları arz-talep dengesinin dışına çıkar ve rastgele yüksek fiyatlamalar baş gösterir, likidite krizine kadar da böyle gider.
Teori der ki, stabil bir ekonomi için enflasyon ve faiz birbirine yakın olmalı, net faiz de enflasyonun üzerinde olmalı ki insanlar birikimlerini, devletin üretmediği menkul değerlere veya emtialara kaydırmasınlar. Ancak ülkemizde son 4 yıldır uygulanan politikalar neticesinde faizler hep enflasyonun altında kalmış ve insanlar paralarını kullanmak zorunda kalmışlardır. Hükümetin bu politikadaki amacı, paranın işlevsiz durmaması ve ekonomiye dahil olması, insanların paralarını sürekli harcaması ve ekonominin canlı gözükmesidir. Yani bu politika, tasarrufu teşvik etmemektedir. Ancak güçlü ekonomilerin olduğu ülkelere bakıldığında, bu ülkelerde tasarrufun milli gelire oranının, zayıf ekonomilere göre daha yüksek olduğu kolayca görülebilir. Maalesef ülkemizde, yatırımcıların tamamı ülke ekonomisine bu kadar güvenmedikleri için, çalıştırmayı düşünmedikleri paralarını negatif reel faizde eritmemek için dövize veya borsaya yönlendirmişlerdir.
2023 yılında yaşanan Kahramanmaraş ve Hatay depremleri, ekonomik açıdan zaten kötü durumda olduğumuz için, işleri iyice zora soktu. Bunun etki ve sonuçlarını bugünlerde, özellikle emeklilerin iyice zorlaşmış yaşam şartları hususunda yoğun biçimde görüyoruz. Deprem sonucu yıkıma uğrayan coğrafyada yeniden inşa edilecek konutlar, başta inşaat sektörü olmak üzere, bizim sektörümüzün de içinde olduğu pek çok sektöre iş ve ekonomik akış olarak geri dönecektir. Ancak zaten ülke ekonomisinin içinde bulunduğu durumun sebeplerinden biri, ekonominin lokomotifinin sanayi üretimi değil inşaat sektörü olmasıdır, zira yıllardır sürekli konut ve mesken üretiyoruz, ancak ihracat yapacak katma değerli ürünleri yeteri kadar üretmiyoruz. Yapılan konutların kolayca satın alınabilmesi için ucuz krediler dağıtıyoruz, ancak bunun sonucunda hiperenflasyona (çok yüksek enflasyon) sebep oluyoruz. Değersizleşen Türk Liramız neticesinde ürünlerin maliyetleri ve satış fiyatları çok hızlı şekilde artıyor, bu artış karşısında parası ve kazancı olanlar, yarının bugünden daha kötü olacağını bildikleri için ellerinde avuçlarında ne varsa harcayarak, bugün ihtiyaçları olmasa bile belki yarın ihtiyaçları olur düşüncesiyle çok çeşitli şeyler satın alıyorlar. Bu şekilde öne çekilen talep, aslında çok kötü durumda olan ekonominin sanki iyiymiş ve iyi bir ekonomik döngü varmış gibi görünmesine yol açıyor, ama parası ve kazancı az olanların bu fiili çan eğrisi sisteminde ezilmesine, ülke çoğunluğunu teşkil eden dar gelirli vatandaşlarımızın geleceklerinin kaybolmasına ve acı çekmelerine neden oluyor.
İç risklerimizin yanı sıra, 2023 yılının Ekim ayında patlak veren İsrail – Hamas çatışmasının ve İsrail’in Gazze’yi işgalinin bölgesel bir krizden küresel bir savaşa dönüşme olasılığı, başta Türkiye olmak üzere pek çok gelişmekte olan ekonomi için devasa bir dış riske dönüşmüş ve döviz kurunu hızlı bir tırmanışa geçirmiştir. Yaşanan acıların derhal son bulması ve savaşın sona ermesi en büyük dileğimiz olmalıdır, çünkü bu şekilde geçen her gün yüzlerce sivil ölmekte, daha yüzlercesi acı çekmekte, ayrıca, yaşanan ekonomik daralmalardan ötürü biz ve çevremizdeki diğer ülkeler fakirleşmekte ve halkları daha zor duruma düşmektedir.
“Sektörel sivil toplum kuruluşlarının bilinçlendirme çalışmaları yapmaları, iç kararlar almaları ve devlet takibini teşvik etmeleri iyi bir çözüm olabilir”
Tüm bu ekonomik gelişmeler, ana hammaddemiz olan pirincin oldukça pahalı olduğu sektörümüzde, ürünlerin maliyetlerinin ve dolayısıyla fiyatlarının çok artmasına neden olmuştur. Öyle ki, bazı ürünlerin fiyatları “bunu almasak da derdimizi dededen kalma yöntemlerle mi çözsek” denecek seviyeye gelmiştir. Hal böyle olunca, nakde erişimin zorlaştığı bu tür kriz dönemlerinde hep yaşandığı üzere, bazı üreticiler, tesisatta asla yer almaması gereken alüminyum ve benzeri hammaddelere yönelmişler ve deyim yerindeyse “tesisat için zehirli” ürünleri üreterek piyasaya sürmüşlerdir. Alüminyumdan yapılan bir ürünün tesisatta yer alması, hem ürünün ömrünün çok kısa olması, hem de tesisatın tamamına da zarar vermesi açısından yıkıcı etki yaratır (bkz. Galvanik Korozyon). Burada maalesef tedarik zincirinin ucundaki müşteri, ucuz bir fiyat bulma adına ve işin bu ayrıntısını bilemeyeceğinden, kendisine teklif veren yüklenicinin böyle bir ürün kullanmasına engel olamamakta, yüklenicinin rekabette öne geçmek adına bu sonuçları umursamayıp ucuz ürün talep etmesinden ötürü de satıcılar ve toptancılar bu işe aracı olmaktadırlar. Ancak üreticinin “günah” işlemesini önleyecek kuvvet bizzat kendisi ve vicdanı olmalıdır, zira günü kurtarmak adına yapılan bu yanlış işin sonucu ülke ekonomisi yine zarar görecektir.
Serbest üretim piyasalarında üreticilerin neyi nasıl yaptığı, iş sağlığı ve güvenliği de dahil olmak üzere, ön denetime tabi değildir. Ancak kötü sonuçlarının bilindiği durumda bazı düzenlemelerin elzem olduğunu düşünüyorum. Endüstriyel ürünlerde kalitenin bir tercih değil mecburiyet olmasından ötürü risk faktörü daha düşük olmakla birlikte, endüstriyel olmayan ürünlerde, üreticilerin yanlış hammadde kullanmaması adına sektörel sivil toplum kuruluşlarının bilinçlendirme çalışmaları yapmaları, iç kararlar almaları ve devlet takibini teşvik etmeleri iyi bir çözüm olabilir.
Şu bir gerçektir ki, küresel ticarete entegre olmuş bir ülkenin ekonomisini ayakta tutabilmek için, en az, yapılan ithalat kadar ihracat da yapmaya ihtiyaç vardır, aksi takdirde görüntü zarar eden bir şirkete benzeyecektir. Şirketler zarar etmeyi sınırlı bir süre boyunca göze alabilirler, ancak bu süreç uzarsa şirketin iflası veya bilinçli biçimde feshedilmesi ile sonuçlanabilir. Fesih ülkeler için bir seçenek değildir, dolayısıyla iflastan kaçınmaktan başka çare yoktur. Türkiye’nin dış ticaret açığı, diğer bir deyişle ülke zararımız, 2020 yılında 49,92 milyar Dolar, 2021 yılında 46,13 milyar Dolar, 2022 yılında ise 109,54 milyar Dolar, 2023 yılının ilk 8 ayında ise 82,4 milyar Dolar olmuştur. Yani pandeminin başından bu yana 300 milyar Dolara yakın para ülke ekonomimizden resmi olarak eksilmiştir. Ancak “Net Hata ve Noksan” adı altında, kaynağı belirsiz para hareketlerinin, dış ticaret açığını telafi etmekte çok uzak olsa da, her iki yönde de yüksek yoğunluklu olarak gerçekleştiği de oldukça dikkat çekici ve endişe vericidir.
Türkiye, ithalat yaptığı gibi ihracat da yapan bir ülkedir, ancak kilogram başına birim fiyatı yüksek ürünler ithal ederken bunun tam tersi durumundaki ürünleri ihraç ediyoruz. Sektörümüzün ihraç etmekte olduğu ürünler, esasen çok uzun yıllardır dünya genelinde kullanılan tesisat sistemlerinin geleneksel parçaları olduğu için, fiyat rekabetine son derece açık ürünlerdir ve dolayısıyla karlılıkları zayıftır. Bu durum hiç olmamasından daha iyi olmakla beraber, asıl hedefin katma değerli ürünler geliştirerek yüksek fiyattan kaçınmamak olduğunu düşünüyorum.
‘Rekabet koşullarının ihlali’ sektörün önde gelen sorunlarından…
Sektörümüzün bir başka sorunu ise, rekabet koşullarının ihlalidir. Bu sektörde irili ufaklı pek çok firma yer almaktadır, ancak bazı firmaların marka değeri ve büyüklüğü uluslararası ölçektedir. Ne var ki, geçmiş dönemlerden beri belli başlı firmaların, ürün arz fiyatlarını keyfi biçimde yükseltip düşürmesi ve zaman zaman zararına olduğu düşünülecek seviyede düşük fiyatlara piyasayı mala boğması, rekabet gücü zayıf olan küçük üreticileri zora sokmaktadır. Bu durum zaten sermaye ekonomilerinin (kapitalist düzenin) içinde barındırdığı bir tehdit olduğu için, devletler rekabet ortamını korumak adına düzenlemeler yapmaktadır. Ülkemizde de bu görev Rekabet Kurumu’na aittir. Ancak sektörümüzün bu kurum eliyle devletimiz tarafından yeterince denetlendiğini düşünmüyorum. Söz konusu rekabet bozucu faaliyetlerin, firmaların mali kayıtları incelenerek görülmesi pek kolaydır ancak bu faaliyetler yıllardır süregelmektedir. Rekabet koşullarının oluşmadığı veya engellendiği ortamda, yeni ürünlerin ve üreticilerin boy göstermesi zordur, bu da katma değeri düşük olsa dahi kanıksanmış ürünlerin ve üreticilerin piyasayı hakimiyet altına alması sonucunu doğurur.
Diğer bir sorun ise sadece sektörümüzü değil tüm yurtiçi ticareti, ülke ekonomimizi ve devletin vergi toplama performansını olumsuz etkileyen “Faturasız Satış” konusudur. İnşaat sektörünün lokomotif konumunda olduğu tüm sektörlerde faturasız satış-satınalma iştahının temel motivasyonu açıkça vergiden kaçmaktır. Ancak vergi vermek bir vatandaşlık görevi ve kanuni zorunluluktur. Bu noktada, kanuna uyarak ürettiği ürünü vergi yüküyle birlikte faturalı satan ve kanunu ihlal etme pahasına ürettiği ürünü faturasız ve vergi yüksüz satan arasında haksız bir rekabet ortamı oluşmaktadır. Devletin sıklıkla “Matrah Arttırımı” ve “Stok Affı” adı altında dönemsel uygulamalar yapması, kanuna uygun hareket edeni mağdur etmekte ve ihlal edeni ödüllendirmektedir. Faturasız tedarik zincirini bir piramit olarak görürsek, piramidin tepesini müteahhitler, tabanını ise emekçiler oluşturmaktadır. Oluşan vergi kaybı devasa boyutta olup, faturasını tüm yurttaşlar ödemektedir. Devletin “affetme” bonkörlüğünün, sadece mağdur ve zor durumdaki vatandaşları kapsaması daha doğru ve etkili bir çözüm olacaktır.
Sektörümüzün daha da gelişebilmesi için önce ülkemizin iyileşmesi gerekir. Ülkemizin iyileşmesi için ise doğru ve verimli şekilde yönetilmeye ihtiyacı vardır. Aksi takdirde ekonomimizi düze çıkarmak adına ihtiyacımız olan yatırımları almak çok zor, dış ticaret açığımızı karşılayacak yabancı sermayeyi bulmamız da çok maliyetli olmaya devam edecektir. Bu durumun acısını ise tüm yurttaşlar olarak çekeriz. Geleceğimiz olan gençlerimizi ülkemizde tutabilmek adına onlara sunacağımız en temel duygular adalet ve umuttur. Unutmayalım ki taşıyla toprağıyla yeşiliyle mavisiyle cennet gibi bir ülkede yaşıyoruz, ancak huzur ve güven içinde, geleceğe umutla bakarak yaşamadıktan sonra bunların hiçbirinin anlamı olmayabilir.
Tüm bu duygu ve düşünceler ışığında, Cumhuriyetimizin 100. yılını heyecan ve gururla kutluyor, onu bize armağan eden ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını minnetle anıyorum.